Çünkü İstiklâl Marşı şairinin bu hain İngiliz casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol değil, Mustafa Sağîr'i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün doğrudan doğruya hayatı ile alâkadar olan teşkilatlı bir suikaste mâni olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sağîr kendisine Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni alkışlayan bir ferdi, âlemi İslâm'ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskiden beri Türkiye'de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden bir mütefekkir tanındığı için Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, içyüzünü henüz bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar Tacettin Mahallesi'ndeki evimize davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen Hintli casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye başlamıştı.
Lâkin Mustafa Sağîr namile Hindistan'dan, İstanbul'dan, hattâ Mısır'dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflar geliyordu ki, peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul'dan Mustafa Sağîr'e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul'da havaların yağmurlu gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sağîr'e muvaffakiyetler temenni ediliyordu. Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi.
Bu gibi hallerde istimal edilen kimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değil kebir bir hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.
Bahri Cedit İnebolu'ya ancak Mustafa Sağîr'i indirebilmişti. Zaten bu adamcağız hayatına kıymet veren bir insan değildi, çıkan deniz onu korkutmuyor, onun görecek pek mühim işleri vardı. Hakikaten boğulmadı. Lâkin Hakk'ın Ankara'da boynuna geçirdiği ilmik küstah hayatına acı bir hatime çekti.