Kayıp kelimesinin birbirinden tamamen farklı iki anlamı vardır. Bir şeyleri kaybetmek, tanıdık olanın elimizden kayıp gitmesidir; kaybolmaksa tanıdık olmayanın belirmeye başlamasıdır. Gözünüzün önünden kaybolan, bilginizin çerçevesinden veya mülkiyetinizden çıkan eşyalar ve insanlar mevcuttur. Bir bileziği, bir arkadaşı ya da anahtarı kaybedebilirsiniz. Bu kayıplara rağmen, nerede olduğunuzu biliyorsunuzdur. Her şey hâlâ tanıdıktır, sadece tek bir unsur azalmış yani kaybolmuştur. Fakat kendiniz kaybolduğunuz zaman durum farklı bir nitelik kazanır: Dünya onun hakkında bildiklerinizden daha büyüktür artık. Doğrusunu söylemek gerekirse, her iki durumda da kontrolünüzü yitirirsiniz aslında. Kaybolan eldivenlerin, şemsiyelerin, anahtarların, kitapların, arkadaşların, evlerin, isimlerin gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçtiğini hayal edin. Bir trenin ters koltuklarından birine oturduğunuzda, manzara işte böyle bir seyir izleyecektir. Halbuki ileriye bakarsanız hep varış anlarına, farkındalık ve keşif anlarına şahit olursunuz. Rüzgar saçlarınızı geriye doğru savurur ve daha önce hiç görmediğiniz şeyler sizi karşılamaya başlar. Maddenin sonsuz bir biçimde tekrarlanan bu deneyim zincirinde yeri yoktur. O, deri değiştiren bir yılan gibi kabuğundan soyunur. Buna karşılık, geçmişi unutmak, aynı zamanda, namevcut bir zenginliğin hafızası olan ve insanın yönünü bulması için bir dizi ipucu veren kayboluş hissini de yitirmektir. Marifet unutmak değil, gitmesine izin vermektir. Ve diğer her şey gittiği zaman kaybolanda zenginleşirsin.