Yakalandığım en güzel hastalığın belki de tek kelime ile ifade edilmesiydi aşk. Her sızlattığı yara, ondan da azılı, ondan da acımasız… En umulmadık anda açtığı şefkat kolları da olmasa, kim katlanırdı ki bu illete? Yağmurun getirdiği toprak kokusunu, denizin kayalıklarla sevişirken çıkardığı o sesi, güneşin uyku mahmurluğunu alan tazeliğini, rüzgârın şevkle saran sadakatini, bulutların insan tahlil ettiren o şekillerini aşktan başka hangi duygu sunabiliyor ki insana? Sevgili mi? O, aciz bedene ayrı bir yürek sızısı değil mi zaten? Köre resim göstermeye çalışmak gibidir yâre aşkı sunmak, tattırmak, yaşatmak…
Yâr, benim savaşıma silahsız cepheler açma! Evvela aşkı hisset iliklerine kadar ve ona bulan etinle, kemiğinle. Ardından bul beni, herkesin unuttuğu anda. Önce aşka tutul, yandıkça bana tutun! İlk sen bul o mukaddes hissi. Sonra sığın onun koynuna ve bir gece yarısı çal kapımı.
Velhasıl sen bana aşkla gel sevgili, bana aşkla gel.