Yavuz Bahadıroğlu

Tarihimizden Yaşanmış Öyküler

Kitap eklendiğinde bana bildir
Bu kitabı okumak için Bookmate’e EPUB ya da FB2 dosyası yükleyin. Bir kitabı nasıl yüklerim?
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    Cerbe Deniz Savaşı
    MEŞHUR DENİZCİMİZ Turgut Reis’e Avrupalılar “Dragut” der, adının anıldığı yerde ödleri kopardı. Ağlayan çocuklarını, “Kaptan Dragut geliyor!” diye korkutup sustururlardı.

    Turgut Reis’in namı dünyayı böylesine tutmuştu.

    Bir gün, Haçlı Donanmasının Trablusgarp suyuna yaklaşmakta olduğunu öğrendi. Yardımcısı Kılıç Reis’i, İstanbul’a, Kanunî Sultan Süleyman’a gönderdi. Düşmanın yaklaşmakta olduğunu bildirdi ve bahar gelmeden donanmanın denize açılması için izin istedi.

    Kanunî Sultan Süleyman, haberi alır almaz Kaptanıderya (Deniz Kuvvetleri Komutanı) Piyale Paşa’yı huzuruna çağırdı:

    “Bak, Paşa...” dedi, “Baharı beklemeden denize açılmak lâzımdır. Kulluğunu göster.”

    Piyale Paşa yer öptü:

    “Padişahım, gönlünüzü hoş tutun. Donanmamız yelken açmak için yalnız rüzgâr bekler.”

    1560 yılı Nisan ayının dördüncü günü her şey tamamdı. Beşiktaş’ta Barbaros türbesi önünde demirlemiş bulunan Osmanlı Donanması, yelken açmıştı. Halk, kıyıda birikmiş, bir yandan el sallıyor, bir yandan dua ediyordu:

    “Büyük Allah, donanmamıza zafer nasip etsin!”

    Piyale Paşa, sabah erkenden saraya gitmişti. Padişah’ın elini öpüp hayır duasını aldıktan sonra sahile inip baştardaya (amiral gemisine) çıktı. Hareket emrini verdi:

    “Vira, bismillâh!”

    Yüz yirmi parça gemi, sülün gibi denize süzüldü ve ağır ağır gözden silindi.

    Osmanlı Donanmasının hareket ettiğini öğrenen Haçlılar, müthiş bir korkuya ve telâşa kapıldılar. “Türkleri Akdeniz’den atacağım!” diye yemin eden Haçlı Donanması Komutanı Jan dö la Cerda, hemen geri çekilmek istiyor, fakat Barbaros’un Preveze’de yendiği Andrea Doria’nın yeğeni Giovanni Doria izin vermiyordu.

    O sırada ise Turgut Reis hâlâ Trablus’taydı. Yerinden bile kıpırdamamıştı.

    Osmanlı Donanması, 13 Mayıs 1650 Pazartesi günü, düşman donanmasını Cerbe adası açıklarında yakaladı. Hemen savaş düzenine girildi. Kaptanıderya Piyale Paşa ağlayarak dua ediyordu:

    “Allah’ım, ya bu savaşta canımı al, ya beni Padişahımın karşısına zafer kazanmış olarak
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    çıkar!”

    Kadırgalarımızın top ateşiyle savaş başladı. Bu savaş, Barbaros Hayrettin Paşa’nın kazandığı Preveze Deniz Savaşından sonra en büyük deniz savaşıydı. Osmanlı Donanması bu savaşı kazanmak zorundaydı.

    Savaş şiddetleniyordu. Toplardan yayılan dumanlar, koyu bir sis meydana getirmişti. Giovanni Doria, selameti kaçmakta bulmuştu. Osmanlı Donanmasının hücumu bütün ümitlerini kırmıştı.

    Akşama doğru Piyale Paşa, küpeşteye çıktı. Ufka baktı ve gülümsedi.

    “Zaferimizin nurlu ışığını yakından görüyorum!” diye mırıldandı.

    Akşam karanlığıyla birlikte savaş bitti. Haçlı Donanmasından geriye sadece enkaz ve cesetler kaldı. Çok az kişi kaçabildi.
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    a uzamıştı.

    Ağır ağır doğruldu. Selim’i elinden tutup saraya götürürken “Hiç şüphem yok.” diye düşündü, “Bu çocuk ileride ne yapıp edip padişah olacak. Şimdiden ona tahtın yolunu açmalıyım.”

    Böyle düşündü ya, gün gelip Şahzade Selim, istediğini almasını bildi ve Osmanlı tarihinin Yavuz Sultan Selim’i oldu.
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    Korkusuz Şehzade
    GELECEĞİN YAVUZ SULTAN SELİM’İ, çocuktu. Henüz beş-altı yaşlarında bir çocuk... Amasya’daki sarayın bahçesinde tek başına ok atma talimi yapıyordu. Koca yay, boyunu aşıyordu; fakat daha o yaşta, attığını vurmaya başlamıştı.

    Son okunu da hedef tahtasının tam ortasına saplamayı başarınca sevinçle el çırptı. “Ya Hak!” diye bağırdı.

    Babası Sultan İkinci Bayezit, ne zamandır bir ağacın arkasına saklanmış, oğlunu gözetliyor, için için seviniyordu. Son oku da tam hedefe isabet ettirince dayanamadı, saklandığı yerden çıkıp oğluna sarıldı:

    “Allah, gücüne güç katsın, oğlum! Ama niçin yalnızsın?” Küçük Selim, iri gözlerini hayretle açtı:

    “Yalnız değilim ki Sultan babam; Allah her yerdedir!”

    Aldığı cevap, Bayezit’i hayli şaşırttı. Fakat bunu belli etmedi.

    “Ok talimi yapmak için küçük sayılmaz mısın?” diye sordu.

    “Hayır.” dedi, küçük Selim, “İnsan ömrü her şeyi öğrenmeye yetecek kadar uzun değildir. Bir şeyler öğrenmek isteyen, işe küçükken başlamak zorundadır. Hele şehzadeler, herkesten fazla bilgiye sahip bulunmazlarsa nasıl serdar (kumandan) olabilirler?”

    Sultan Bayezit’in şaşkınlığı iyice arttı. Oğluna daha sıkı sarıldı. O kadar az birbirlerini görebiliyorlardı ki adamakıllı özlemişti.

    “Bunları sana kim öğretiyor?” diye sordu.

    Selim, çekinmeden cevap verdi:

    “Hocam Muhyittin Efendi ile anam Gülbahar Hatun...”

    Sarayın bahçesi ulu ağaçlarla süslüydü. Bir ormandan hiç farkı yoktu. Devlet düşmanları bir yerlere saklanıp şehzadesine zarar verebilirlerdi. Bu düşünce, yüreğini ürpertti.

    “Oğulcuğum,” dedi, “tek başına buralarda dolaşma. Düşmanlarımız var. Allah korusun; sana bir kötülük etmek isteyebilirler!”

    Selim durakladı. Duyduklarına hayret eder gibi babasına baktı. Sonra, iki yaşından beri belinden eksik etmediği küçücük kılıcını çekip babasına gösterdi.

    “Pederim!” diye konuştu sertçe, “Bu kılıcı belimize süs için bağlamadık! İcap ederse kendimizi korumasını biliriz. Hem, pederimizin korkusundan dünyanın öbür ucundaki düşmanın yüreği titrerken sarayın bahçesine girmeye kim cesaret edebilir?”

    İkinci Bayezit, hayretinden donakalmıştı. Bu sözleri beş yaşında bir çocuk nasıl söyleyebiliyordu? Hayır, onda, kimsede olmayan bir şeyler vardı. Vaktinden önce gelişmiş, aklı boyundan fazla uzamıştı.
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    Molla Güranî’nin Kızılcık Sopası
    ŞEHZADE MEHMET, YEDİ yaşına gelmişti. Babası Sultan İkinci Murat, ileride kendi yerini alacak oğlunun çok iyi yetiştirilmesi için, Manisa’ya göndermeye karar verdi.

    Şehzadeler küçük yaşta bir şehrin beyliğine tayin edilir, orada devlet işlerini öğrenirlerdi.

    Şehzade Mehmet de bu amaçla Manisa Sancakbeyliğine tayin edilmişti. Hocası Molla Güranî’yle birlikte yola çıkmadan önce Padişah İkinci Murat, Molla Güranî’yi çağırdı.

    “Bak, a Efendi Hazretleri!” dedi, “Oğlumun ileride İstanbul’u fethedeceğini bana Hacı Bayram Veli Hazretleri müjdelemiştir. Buna inanırım. Ve oğlumun iyi yetişmesini isterim.”

    Eline bir kızılcık sopası verdi.

    “Oğlum Şehzade Mehmet ders okumamakta ısrar ederse bu sopayla yola getirirsin!”

    Manisa’ya gittiler, yerleştiler ve ilk derse başladılar.

    Şehzade Mehmet (geleceğin Fatih Sultan Mehmet’i), ders odasına giren hocasına baktı. O ne! Elinde bir kızılcık sopası tutuyordu. Sanki neden? Padişah’ın oğlunu dövmeye cesaret edebilir miydi? Belli ki korkutmak istiyordu, kendisini... Alaycı bir sesle sordu:

    “Efendi Hazretleri, elinizdeki sopa ne işe yarar?”

    Hocası Molla Güranî, dik dik Şehzade’nin yüzüne baktıktan sonra cevap verdi:

    “Bu bir kızılcık sopası olup Sultan babanızın bize armağanıdır.”

    “‘Ne işe yarar?’ diye sormuştuk!”

    Molla Güranî, sopayı havaya kaldırdı:

    “Bu sopa, derste tembellik eden talebenin üstündeki tembellik tozlarını silkelemeye yarar. Sen de tembellik eder ders çalışmazsan ötesini kendin düşün!”

    Hoca’nın bir şehzadeye dayak atmaya cesaret edemeyeceğini düşünen Mehmet, gülmeye başladı.

    Molla Güranî, hiç önemsemeden derse geçti. Sorduğu ilk soruyu Şehzade bilmeyince yanına gitti:

    “Kızılcık sopasının ne işe yaradığını şimdi görürsün!”

    Gerçekten de Şehzade Mehmet, sopanın tadını tattı. Ama ondan sonra derslerine iyice sarıldı ve kısa zamanda çok şey öğrendi.
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    “İşte salâhiyet!”

    Tahtına oturdu:

    “Var, cevabımızı kralına ilet, kendisinden korkmadığımızı söyle. Biz Allah’a güvenir, ancak Ondan korkarız. Bütün küffar birleşip üstümüze gelse hak davamızdan geri dönmeyiz!”

    Bu kadar...

    Sigismund’un elçileri, başlan önde Padişah’ın huzurundan çekildiler ve korka korka şehri terk ettiler.
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    Yıldırım Bayezit’in Cevabı
    OSMANLILARIN BAŞKENTİ Bursa çalkalanıyordu. Macar Kralı Sigismund’un elçileri gelmişti. Halk, elçileri görmek için sokaklara dökülmüştü.

    Kafile göründü. Süslü koşumları olan atlara binmişlerdi. En önde elçi başı gidiyordu. Atım bir seyis tutmuştu. Osmanlılar, hayretle fısıldaşmaya başladılar:

    “Daha ata binmesini bilmiyor!”

    “Koca kral dediğin, Padişahımıza at uşağı bile olamaz!”

    “Canım, sözgelimi öyle dedim.”

    Elçiler çok kibirli görünüyorlardı. Öyle görünmelerini, Kral Sigismund istemişti.

    “Osmanlıların içine korku salın!” demişti, “Sizi görünce yürekleri korkuyla dolsun. Padişah’ı da korkutun. Ona hangi hakla Bulgaristan’ı işgal ettiğini sorun. Kızarsa yumuşayın, korktuğunu sezerseniz daha çok yüklenin!”

    Oysa Bursalılar, elçilerle alay ediyorlardı:

    “Kadınlar gibi süslenmişler, bre!”

    “Bunlar nasıl erkek?”

    “Adamın başındaki karga tüylerine bakın! Hah haaa!”

    “Şu daracık şeyleri niye giyerler, sanki? Patlayacak, zavallılar!”

    Dilimizi bilenler, bunları duyunca kıpkırmızı oldular. Elçi başı da dilimizi biliyordu.

    “Hepsini Padişah’a şikâyet edeceğim!” diye homurdandı.

    Saraya gittiler. Sultan Yıldırım Bayezit, kralın elçilerini bir süre beklettikten sonra kabul etti.

    Elçi başı, getirdiği hediyeleri Padişah’a verdikten sonra üç adım gerileyip söze başladı:

    “Kralımız çok kuvvetlidir, çok kudretlidir.”

    Yıldırım Bayezit, gürül gürül gürledi:

    “Kuvvet ve kudret, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinindir. Kişilerin kudreti, bizi hiçbir zaman korkutmaz!”

    Elçi şaşırdı:

    “Ama Kralımızın ordusu kalabalıktır.”

    “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun rüzgâr daima üstünden aşar.”

    “Siz rüzgâr değilsiniz ki...”

    “Evet, ama siz de dağ değilsiniz! Hem bize ‘Yıldırım dendiğini duymuş olmalısınız.”

    “Evet, ama Bulgaristan’ı hangi hak ve salâhiyet ile işgal ettiniz?”

    Yıldırım Bayezit, vezirlerine baktı. Hepsi de diş gıcırdatıyordu. Elçi fazla sormuştu. Padişah’a hürmetsizlik etmişti. Bu yüzden canları sıkkındı.

    Fakat Padişah gülümsüyordu.

    Ağır ağır kalktı. Kapıya doğru seslendi:

    “Silâhtar Ağa! Bize bir Kur’an-ı Kerim’le bir kılıç getir.”

    Az sonra Kur’an-ı Kerim’le kılıç geldi. Sultan Yıldırım Bayezit, sağ eline Kur’an-ı Kerim’i, sol eline kılıcı aldı. Önce sağ elini elçinin yüzüne doğru uzattı.

    “İşte Hak!” dedi.

    Ardından sol elini uzatt
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    Nihayet Kosova Meydanı...

    Düşman önceden gelmiş ve hâkim tepeleri tutmuştur. Sultan Birinci Murat, orduya istirahat verdikten sonra, atını bir tepenin üstüne sürer, başıboş karıncalar gibi kaynaşan Haçlı Ordusuna bakar. İki rekât namazdan sonra diz çöküp el açar:

    “Rabbim, Resulün hakkiçün müminlere yardım et, ilâ-yı kelimetullah uğruna cenk eden Müslümanları muhafaza buyur. Bilmeyerek günah işledimse lütfuna sığındım; günahlarımı Müslümanlara ödetme. İslam’ın ve Müslümanların üzerine gelecek ne kadar kaza ve belâ varsa bana gelsin. İslam’ın buradaki zaferi şehit olmama bağlıysa beni şehit eyle.”

    Rahı din içre ben feda olayım.

    Din yolunda beni şehit eyle!

    Ahirette beni sait eyle.

    Mülk-i İslam’ı payimal etme.

    Menzil-i fırka-i zilâl etme.

    Keremin çoktur ehl-i İslam’a,

    Dilerim kim erişe itmama!
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    atlarını tepiklediler. Bir yarıştır, başladı.

    Genç Durak hâlâ en önde gidiyor, kimseyi geçirtmiyordu. Yaralı bir aslanı andırıyordu.

    Surlara yaklaştı. Oklar, etrafında sivrisinekler gibi vızıldaşıyorlardı. Ama hiç korkmuyordu. Tek isteği vardı: Herkesten önce burçlara tırmanıp sancağı dikmek...

    Delice gitmesi, eski savaşçıları bile ürkütmüştü. Birkaç kişi, arkasından bağırıyordu:

    “Geri dön, be! Geri dön, deli!”

    Dönmedi. İki ok daha vücuduna saplandı, fakat yine dönmedi. Surların dibinde attan indi. Kılıcını çekti. Vuruşa vuruşa ilerlemeye koyuldu.

    Ardından diğerleri yetiştiler.

    Kaleden çıkan düşmanla askerlerimiz arasında müthiş bir kapışma oldu. Ortalık birbirine girdi.

    O kargaşada bizim Durak, nasıl olduysa oldu, kendini burçlarda buldu. Sancağı dikti. Ezan okumaya başladı.

    Orhan Bey, dikkatle onu seyrediyordu. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Tuhaftır ki atılan oklar, savrulan kılıçlar Durak’a tesir etmiyordu.

    “Fesuphanallah!” dedi, Orhan Bey, “Besbelli melekler onu muhafaza ediyorlar!”
  • Faik Eryaşaralıntı yaptı4 yıl önce
    Bursa alınmış, Durak ise sadece birkaç yerinden yaralanmıştı. Hemen tedavisi yapıldı. Akşam karanlığında Orhan Bey, Durak’ın çadırına gidip onu alnından öptü.

    “Berhudar olasın, evlât! Yüzümüzü ağarttın.” dedi.

    Bursa elimize geçmişti. Ve daima elimizde kalacaktı.
fb2epub
Dosyalarınızı sürükleyin ve bırakın (bir kerede en fazla 5 tane)